Kulluk, postalandı mı ?
Postalaşma ..
Postallaşma..
… derken, Şaban’laşarak paspallaştırdık şu paketlenen demokrasimizi..
Artık, feodalizmin tasfiye edilmediğini postacılardan değil, şövalyelerden anlıyoruz..
’’Ha postacı geldi, ha gelecek’’ diye, kapılara bakan vekillerimizin marazlı hali, kendi özgür iradeleriyle vekillik yapamadıklarını, milletimizin anlayabilmesine vesile oldu.
Kendi beyinlerine bile vekillik yapma konusunda özgür olamayan parlementerlerimizin, millete nasıl vekillik yaptıkları da, tam bir araştırma konusu !
Türkiye’de atı yakalayıp, kılıcı eline kim kapmışsa, partinin şövalyesi de o, oluyor ve demokrasi kılıcını ölene kadar o, sallıyor.
Dişileştirilen demokrasinin üstüne, bu gidişle, konmayan sinek kalmayacak.
Sinekler bir yana, gagalamayan da kalmayacak gibi görülüyor.
Bir delinin kuyuya attığı taşı, 40 akıllının bir olup da çıkaramadığı, misalinde olduğu gibi; bir ortaçağ düşüncesiyle iktidar, yönetim ve iletişim şeklini, mektuba döküyor. Muhalefet de onun peşine takılıyor ve ülke, yönetimiyle ilkçağa doğru götürülüyor.
Bir tarafın, yontma taş devri rolü üstlenmesine; diğer taraf , cilalı taş devri rolüyle karşılık veriyor !
Muasır olduklarından da haberleşmeleri ateşle, posta güverciniyle, kara trenle falan da olmuyor.
Nağmeler yapılıyor…Postalar atılıyor.. Özel ulaklarla irtibat, modern ve çağdaş kılıflarla süsleniyor.
Yazacağız.. yazıyoruz.. yazdık.. diyenler, televizyon habercileri eşliğindeki ulaklarıyla, demokrasi mektuplarını, bir zanlıya ihbarname teblig eder gibi karşı tarafa iletiyor..
Gönderilen mektubun karşı tarafa sağ-salim intikali, iktidara haz veriyor.
İktidar, muasır milletler seviyesindeki böyle bir icraat yöntemini; muhalefete hazmettire-hazmettire benimsettiğinin keyfini yaşıyor..
Medenice oturup birbirleriyle konuşamıyan bu ülkemiz politikacılarının lider kadroları, üstlerine üstlük bir de kalkıp halkımıza, tavsiyelerde ve temennilerde bulınuyorlar. Yok biz halk olarak birbirimizle iyi geçinecekmişiz de.. yok biz bir mozaikmişiz de.. yok efendim mozaik de değil mermerimişiz de.. birbirimizle dövüşmeyecekmişiz de.. analarımızın gözyaşı dinecekmiş de..
Tatlıses gibi size, vay… vayy.. vayyy demezler mi ? İbo duysa da, size bi de ’Şemmame’yi söyleyiverse.. Bi de size çiğ köfte yapıverse, bi de sizi ödüllendiriverse ne güzel olur değil mi ?
Vay.. vayy.. vayyy… Demek sizlerin anası pek gözel.. ve sizler dokunulmazsınız.. Vay…vayyy..
Ele veriyorlar talkını, kendileri yutuyorlar salkımı. Milletimize verdikleri öğütleri kendileri yapmadıkları gibi, üstelik, tam zıddını yapıyorlar. Bir de kalkıp, ’maksadımız üzüm yemek.., bağcıyı dövmek değil’.. diyorlarlar…
İcraatlarında ve söylemlerinde hiç samimiyetleri ve sorumlulukları olduğu gözükmüyor.
Hem üzümü yiyorlar, hem bağcıyı dövüyorlar. Hem de canı çıkana kadar..Bir de suşu başkasına atıyorlar. Pes doğrusu !
Milletin umut olarak gördüğü muhalefet ise, iktidarın dümen suyuna girmekte gecikmiyor. Demokratik yaşamın şekillendiği Meclisi bertaraf edip, başbakanın dere yatağına koşuyor. Orada birleşip, buluşuyor ve milletin kaderini öfkelenen derenin akışındaki kine bırakıyor.
İktidar, Meclis’te yapılması gereken icraatları mektuba indirgiyor. Muhalefet de bu olağanmış gibi, mektuba yöneliyor, onu alıyor, usulü kabülleniyor ve cevap hazırlayıp, gönderiyor. Tıpkı ortaçağdaki emir erleri gibi, esirler gibi, köleler gibi, yönetenine saygıda kusur etmiyor.
İktidarın ahiretleşen demokrasisini anladık da, muhalefetin yaptığına hiç akıl erdiremedik.
Bu memlekette bu millet, Türkiye Büyük Millet Meclisi diye bir meclis kurup, halk iradesinin orada tecelli etmesini tesis etmedi mi ?
89 yıldır var olan TBMM’sinde, milletvekilleri orada ne yapıyorlar ? Görevleri nelerdir ?
Seçtiğimiz milletvekilleri orada, memleket meselelerini tartışmıyacaklar mı ? Birbirleriyle konuşup yasa tasarıları hazırlamayacaklar mı ? Sorunlarımızı tespit edip, onu müzakere etmeyecekler mi ? Hazırladıkları yasa önerilerini oylayarak kanun yapmayacaklar mı ?
Peki bunlar ne yapıyorlar ? Geçmiştekiler ne yaptılar ? Yapılması doğru olan nedir ?
Derebeylerin ve şövalyelerin ortaçağda üstlendikleri temel görevlerinden farksız bir liderlikle, at koşturan ve birbirleriyle dövüşen geçmişteki liderlerimiz, bireyselleştirdikleri kavgalarıyla Cumhuriyet tarihimize süslemişlerdir.
İsmet İnönü – Celal Bayar,
Süleyman Demirel – Bülent Ecevit,
Mesut Yılmaz -Tansu Çiller,
Tayyip Erdoğan ve Deniz Baykal
..gibi, milletvekili seçilmiş liderlerin birbirleriyle olan bireyselleştirdikleri çekişmelerinibugün, hangi demokratik bir ülkede görebilmekteyiz ? Dünyanın hiç bir ülkesinde parlementerler arasında böyle bir manzara görmek, mümkün değildir.
Özel hayat ile, iş yaşamını birbirinden ayırt etmek bir çağdaşlık ölçüsü olsa gerek. Meclis’te birbirleriyle kıyasıya kavga eden parlementerleri, hiç bir ülke halkı, yadırgamamaktadır.
Ülkemizde yıllardır süregelen şövalye lider sorunu , öyle kronik bir hal almış ki, bu gidişata milletimiz bir defa bile DUR ! diyememiştir. Askerin demesi ise hep negatif sorunlar doğurmuş, yaraları hala sarılamamıştır.
Parlamenterlerin yalnış, suistimallerle dolu ve eksik görev yaptıklarını milletimiz bildiği halde, halkımız onlara karşı niçin direnç gösteremiyor ?. Partiler değişiyor.. milletvekilleri değişiyor.. fakat şövalye parti liderlikleri hep devam edip, gidiyor. Bu toplumsal sorunumuzu incelediğimizde, halkımızın örgütsüz olduğunu görüyoruz. Milletimiz, kendi insiyatifleriyle, kendi emek ve isteğiyle cemiyetlerini kurup dernekleşememiş. Başka bir deyişle örgütleşememiş. Ülkemizde, Sivil Toplum Örgütleri dediğimiz halkın kendi eliyle kurduğu cemiyetlerin sayısı oldukça azdır. Bunların sayıları artırılmalı, yaygınlaştırılıp gelişti rilmelidir. Birysel olarak verilen mücadeleler elbette değerlidir fakat, yetersizdir, cılızdır, cemiyetler kadar uzun ömürlü ve etkin değildir.
Sözü, başbakanın şu mektup meselesine getirerek, muhalefete sesleneceğim.
Başbakan, çok önemli bir memleket meselesini mektupla muhalefet liderine bildiriyor. Randevü istiyor vs. Konu, Kürt Sorunu. Kürt Açılımı olarak da bilinen bir konuydu bu.
Konu başlığı, AKP’nin akıl toplama timlerince zaman içerisinde kamuoyuna ‘demokratik açılım’ olarak da lanse edilmişti. Son olarak konu, AKP’ce ‘milli birlik projesi’ olarak, fişlendi.
Bu konu, mektupla bildirilecek, halledilecek bir konu mudur ? Bu kadar hassas bir konu, liderlerin insiyatifine binayen mi çözülecek ? Konu, liderler suntasının aralarındaki mektupsal diyaloğla mı halledilecek ?
AB ülkeleri, ABD, Japonya, Kanada ve Avustralya gibi demokrasisi gelişmiş ülkelerde hiçbir iktidar lideri, böyle hassas ve önemli bir konuyu muhalefet liderine mektup yazarak, asla çözmeye kalkmaz ve böyle metodlar da kullanılmaz. Etik olmayan bu durumlar niçin bizim ülkemizde vuku buluyor acaba ?
Tüm bu gerçekler Baykal tarafından bilindiği halde, neden Tayyip beyin dümen suyuna gidildi ?
Yoksa bu ikili, aralarında DTP’ye karşı gizli bir anlaşmaya mı gidecek ?
Baykal, mektubu almayıp reddedebilirdi. Bu konunun konuşulacağı yer Meclis’tir, diyebilirdi.
Baykal mektubu almayıp, geri çevirseydi ne olurdu ? Ne değişirdi ? Elbette çok şeyler değişirdi !
Devlet yönetiminin şeffaflığından dem vuranlar, demokrasiye gem vuruyorlar.
Milletimiz;
feodal yapı ve yapılanmalarından,
karanlık güç ve karartmalarından,
kapalı kapı ve kapatılanlarından,
Zimmetlenmiş demokratlarından..
…bıkmıştır, usanmıştır, yılmıştır, soğumuştur, yorulmuştur, bezmiştir, ikrah etmiştir.
Barış feryadıyla iş isteyen milletimiz, ’’Bebelerimizin sayısıyla, gundağıyla uğraşacağınıza , Meclis’teki gündeminizle uğraşın’’ demektedir.
Bırakın birbirinizle sokakta uğraşmayı, sataşmayı, dalaşmayı, mektuplaşmayı,
Örnek olun Meclis’te, gösterin birlikte yaşamayı, çalışmayı, tartışmayı !
Milletimiz vekillerinden kulluğun hazmedilmesini değil, köleliğin tasfiye edilmesini bekliyor.
Yazarımız

- Aslen Konya'nın Seydişehir ilçesinden. İvriz ilk öğretmen Okulu mezunu olduktan sonra Kuşca’nın Büyük Yayla ilkokulundan öğretmen olarak çalıştı. 1970’li yılların başında Danimarka’ya geldi. Danimarka’da Türkçe eğitim vererek öğretmenlik mesleğine devam ederken, sosyal danışmanlık eğitimini bitirdikten sonra, 5 yılda hukuk okumuştur.