Gizli Sykes-Picot Anlaşması ile başlayıp Lozan ile bağıtlanan ve Kürt halkını “ülkesi ve milletiyle” dörde bölen menfaat temelli bu uğursuz mutabakat, aynı zamanda her parçada bir Kürt sorununa da kapı açıyordu.
Sykes-Picot Antlaşması’na giden tarihi süreç
Bundan 100 yıl önce, 1916 yılında, yani Birinci Dünya Harbi’nin tam ortalarında İngiltere’den Sir Mark Sykes ve Fransa’dan M. George Picot tarafından hazırlanıp o günden bugüne kendilerinin ismiyle anılan ve Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesiyle sonuçlanan bir anlaşmaya varılmıştı.
Aslında konuya ilişkin ilk gizli görüşmeler 1915’te başlamıştı. Ancak bu sürece nasıl gelindiğini doğru anlamak için çok daha eskilere gitmek ve bu süreci belki Batı’nın reform ve rönesansını yaptığı 16. yüzyıla götürmek gerekiyor. Çünkü Osmanlı, daha 400 yıl önce reform ve rönesansını yapan Batı karşısında tutunamıyor ve sürekli geriliyordu. Osmanlı’nın imparatorluğa dönüştüğü 16. yüzyılın son dönemleri, aynı zamanda duraklama ve gerileme sürecine de tanıklık ediyordu.
Nitekim 19. yüzyıla gelindiğinde artık Batı karşısında tutunamayacağını anlayan Osmanlı Devleti, çağa ayak uydurabilmek için Tanzimat Hareketi adıyla bazı yenilenme hareketlerine girişiyor ve Alman müşavir subaylarının gözetiminde ordusunu modernleştirmeye çalışıyordu. Yüzyılın ortalarına gelindiğinde ise Fransa ve İngiltere ile birlikte ortak cephede Rusya’ya karşı savaşmak durumunda kalıyordu. Dahası, savaşı finanse edebilmek için de bu ülkelerden borç para almak zorunda kalıyor ve böylece 100 yıl sürecek bir borçlanmaya giriyordu. Düyun-u Umumiye denilen devlet borçlanması süreci de böylece başlıyor ve Osmanlı’yı yarı- bağımlı duruma getiriyordu.
19. yüzyılın son çeyreğinde, kendisini sömürgelerin paylaşılmasında geri kalmış gören Almanya, dönemin ilerici aydınlarının deyişiyle “tıpkı etobur bir hayvan gibi” Osmanlı‘ya yöneliyor; II. Wilhelm ile II. Abdülhamid arasında bir dostluk kuruluyor ve Anadolu-Bağdat Demiryolu’nun imtiyazı Almanya’ya veriliyordu. Batılı emperyalist devletlerin bu canhıraş rekabeti, 1914- 1918 yılları arasında cereyan eden Birinci Dünya Harbi’nde Alman-Osmanlı ve İngiliz-Fransız ittifakıyla bu ülkeleri karşı karşıya getiriyordu.
Bu, aslında sonucu belli bir mücadeleydi. İttihat ve Terakki yönetimi, Hz. Muhammed’in Sancak-ı Şerif’ini ortaya çıkarıp bunu bir Harb-ı Mukaddes yani Kutsal Savaş ilan etse de, sonranın galip devletleri olan diğer müttefik güçler, daha 1915’ten başlayarak Uzak Doğu’nun ardından Yakın ve Orta Doğu’nun paylaşılması konusunda görüşmeler yürütüyorlardı. Bu gizli paylaşım planına 1916 yılından itibaren Ruslar da müdahil oluyordu.
Kürdistan’ı ve Arabistan’ı bölen plan
Buna göre; tüm Arap Yarımadası İngiliz ve Fransızlar arasında nüfuz bölgelerine ayrılıyor; Lübnan ve Suriye Fransa’ya; Bağdat dahil Güney Mezopotamya İngiltere’ye bırakılıyordu. Akdeniz’de İngiltere’ye Hayfa ve Akra gibi bazı limanlar verilirken; İskenderun serbest liman olarak bırakılıyordu. Daha Abdülhamid döneminde kimi toprakları Yahudi zenginlere satılmış olan Filistin, kimi kutsal yerler barındırdığı gerekçesiyle uluslararası bir yönetim altına sokulacaktı.
Kürdistan ise bu üç büyük devlet arasında paylaşılıyordu. Kuzey kesimi Rusya’ya, Doğu Kürdistan’ın bazı kesimleri ile Rojava Fransızlara, Güney Kürdistan ise ağırlıkla İngilizlere bırakılıyordu. Antalya başta olmak üzere Güneybatı Anadolu’nun bazı yerleri ise, sonradan savaşa katılan İtalya’ya vaat ediliyordu.
İşte, daha sonraki Sevr ve Lozan Antlaşmaları’na temel teşkil eden tüm bu gizli paylaşım planları, sonradan bu iki diplomatın adına izafeten “Sykes-Picot Anlaşması” olarak tarihe geçti.
1917 Ekim Devrimi üzerine, sonradan Sovyetler Birliği adını alacak olan Rusya, işgal ettiği toprakların önemli bir bölümünden çekiliyor ancak 1920’de Ankara’da işbaşına geçen Kemalist hükümetin 1921-22’de Fransızlar ve İngilizlerle yaptığı gizli Ankara Anlaşmaları ile güneydeki İtalyanlar ve Ege’deki Yunanlıların “ipi çekilerek” Türk toprakları güvenceye alınıyor; Kürdistan gizlice ve hileyle moda deyimle “ülkesi ve milletiyle” dörde bölünüyordu. Efrîn bölgesindeki Kürt Dağı Kürtlerinin 1922’de Ankara’ya gelip bir “muhtıra” vermeleri de sonucu fazla değiştirmiyor ve Lozan’a bu gizli mutabakat üzerinden gidiliyordu. 1923 Lozan Antlaşması ile tam çözüme ulaşmayan Musul-Kerkük petrolleri sorunu, Musul Komisyonu’na havale ediliyor; Komisyon’un raporu doğrultusunda Milletler Cemiyeti’nce İngiltere’ye bırakılıyordu. Türkiye, kendisine verilen yüzde 10’luk hisseyi de 500 bin sterlin karşılığında İngiltere’ye satıyor ve işin içinden çıkıyordu.
İşgalcilerle Kemalistler arasında sıkışan Kürtler
Yüzde 90’ı eski İttihatçı kadrolardan gelen yeni Kemalist yönetim, bir yandan Kuzey Kürtlerini ittifak içinde tutup “ortak ve eşit gelecek” vaat ederken, bir yandan da Güney Kürtlerini Şêx Mahmud Berzenci öncülüğünde, muhtariyet öneren İngilizlere karşı kışkırtıyor ve bu ikili politikada maalesef başarılı oluyordu. Kemalistler, daha 1921/22’de Fransız ve İngilizlerle Ankara’da gizlice görüşüp Türk topraklarını güvenceye alırken; Berzenci Hindistan’a sürgüne yollanıyordu. M. Kemal’in “büyük politikacı” olarak sunulması da herhalde buradan kaynaklanıyordu!
Aslında Güney ve Batı Kürtlerinin yönü her zaman Kuzey’e dönüktü. Zaten 90 yıl önceye kadar da tümünün kader birliği söz konusuydu. Ancak işgalci devletlerin sömürgeci uygulamalarına daha sonra yerli işbirlikçi hakim devletler de eklenecek ve Lozan’la başlayıp yakın dönemdeki Merkezi Antlaşma Teşkilatı’yla (CENTO) devam eden Kürt karşıtı bir sömürgeci politika hüküm sürecekti.
Nitekim gizli Sykes-Picot Anlaşması ile başlayıp Lozan ile bağıtlanan ve Kürt halkını “ülkesi ve milletiyle” dörde bölen menfaat temelli bu uğursuz mutabakat, aynı zamanda her parçada bir Kürt sorununa da kapı açıyordu. Her parçada, bu bölünmüş halka tahakküm eden egemen sömürgeci devletler de, bu sistemin devam etmesi için ellerinden geleni yapmaktan geri durmuyorlardı. Türkiye’nin sözde “demokrasi”, İran’ın “monarşi”, Irak ve Suriye’nin sözde “cumhuriyet” olmasına bakılmaksızın tüm bu devletler, önce Bağdat Paktı ile daha sonraysa merkezi Ankara’da bulunan CENTO ile Kürtlere karşı bir araya geliyor; ABD ve İngiltere ise “hami devlet” sıfatıyla koruyucu görev üstleniyordu.
1979’daki İran İslam İhtilâli ile bu ittifak resmiyette sonlanıyor ama yeri geldikçe gizlice yürütülüyordu. Bu sürece karşı en amansız mücadele ise Güney Kürdistan’da veriliyordu. 19. yüzyıldaki mücadele bir yana, 20. yüzyıl başlarında Şêx Abdusselam Barzani ile başlayıp günümüze kadar uzanan bir süreçtir bu.
Kürt trajedisinde bir milat: Enfal Soykırımı
Kuzey Kürdistan’da yürütülen silahlı, silahsız/demokratik ve yeniden silahlı mücadele ise yakından bilinmektedir. Ancak bana göre Sykes-Picot Anlaşması ile başlayan talihsiz süreçte “sonun başlangıcına” gelinmesi asıl, ırkçı-faşist Saddam yönetiminin 1988’de gerçekleştirdiği kimyasal Halepçe Katliamı’nın akabinde, referansını Kur’an’dan aldığı söylenen ve 200 bine yakın Kürt’ün katledilmesiyle sonuçlanan Enfal Soykırımı’dır. 20. yüzyılın sonlarına doğru gerçekleştirilen bu “kimyasal soykırım”, Kürt sorununun dünya gündemine ve çözüm sürecine girmesinde bir milattır…
İşin ilginç yanı, yeri geldikçe NATO’ya karşı çıkan Türkiye sol akımları, hiçbir zaman CENTO’yu sorgulama ihtiyacı duymadıkları gibi, kimi -sözde- solcu yazarlar da Saddam’ın davetine icabet ederek ırkçı Arap Baas yönetimine övgü kitapları yazıyordu.
Öte yandan, büyük bölümü Kürt kökenli gençlerden oluşan kimi solcu gruplar, bilmem 20 kaçıncı Arap devletinin kuruluşuna katkı sunmak üzere onların safında İsrail’e karşı mücadele ederken; Filistin yetkilileri de dahil hiçbir Arap yöneticisi, 20. yüzyılın son büyük kimyasal katliamından dolayı ırkçı-katliamcı Saddam yönetimini eleştirmeye yanaşmıyordu.
Hiç unutmam, 1988-89 yıllarında Ankara’da çıkardığım Özgür Gelecek Dergisi için Filistin Kurtuluş Örgütü Ankara Temsilcisi Ebu Firaz’la Halepçe Katliamı sonrası röportaj yapmaya gittiğimde, ısrarlı sorularıma rağmen bu kişinin ırkçı Saddam yönetimine hiçbir eleştiri yapmamasını hayretle izlemiştim.
Kanıyla Kur’an yazdırmakla övünen ırkçı Saddam başta olmak üzere İslamcı-Arap yönetimlerinin neredeyse birleştikleri başlıca hedef İsrail varlığını tanımamak ve bu topluma aman vermemektir. Oysa bilindiği gibi İsrailoğulları bu toprakların en kadim halklarından biri olduğu gibi en eski semavi dinin mensubudur. 1000 yıl içinde, milattan 300 yıl önce tamamlanan Tevrat’ta Yahudi çıkarlarına vurgu yapılırken bundan yaklaşık 900 yıl sonra ortaya çıkan Kur’an’da ise İsrailoğulları kötülenir, Arap çıkarları öne çıkarılır. Musevilik bir dönem o toprakların en yaygın diniyken, o topraklardan zorbalıkla çıkarılır…
Zorbalıkta ve insan düşmanlığında son durak: DAİŞ
Saddam türü ırkçı-faşist Arap yönetimlerinin döl yatağından beslenen 20. ve belki de 21. yüzyılın en karanlık ve insanlık düşmanı yapılanmalarından biri olarak gördüğüm DAİŞ’in, gerek mazlum halklar ve gerekse insanlık mirası Mezopotamya tarihine yaptığı kötülük, kanımca hiçbir zaman silinmemek üzere insanlığın hafızasına kazınmıştır. “Mazlumiyet” iddiasıyla ortaya çıkan bu “zalim sopası”nın yüzündeki kirli örtü yırtılmıştır. Keza, Irak’ın ikinci büyük şehri konumundayken çeşitli sömürgeci menfaat güçlerinin açık ya da örtülü desteğiyle Musul’u ele geçiren ve mazlum halklara, topluluklara saldıran bu insanlık düşmanı çeteyi, kimlerin gerilettiği ve darbelediği ise ortadadır.
Eğer Türkiye’nin de çok yönlü ve çok boyutlu desteğinin ardından son müdahalesi olmasa, bugün Rojava’nın tümü ve Suriye, bu işgalci çetelerden tamamıyla arındırılmış olacak ve beli kırılacaktı. Açıktır ki, her şeye rağmen bu süreç ilerlemekte ve büyük hasarlar verilse de aydınlık bir geleceğe doğru yürünmektedir. Çünkü unutmamak gerekir ki, hak ve haklılık her şeyin üzerinde olduğu gibi toplumsal gelişme kanunları da, şeriat kanunları dahil, insanlık düşmanlarının çıkardığı tüm kanunların üzerindedir.
/ Yeni Özgür Politika – Mehmet Bayrak