Bir pazar sohbeti: Hüseyin bayılmasında ne yapsın.
Glarus’a gitmek için kamyona malzemeyi yükledim ve merakla kalkış saatini bekliyordum çünkü isviçrenin her metre karesi güzel ama Glarus bir başka güzeldir.Bölgeye varır varmaz o muhteşem güzellikle karşı karşıya geldim.Dört tarafımda dağlarla çevrili ve durmadan yukarıya çıkıyordum. Zirvesine bakmaya korktuğumuz dağların eteklerinde onca köy,çiftlikler,çiftçi evleri,o yükseklikte otlayan inekler,dağ lokantaları,kayak merkezleri,zırveye çıkmak için kurulmuş ray sistemi ve büyük kaleleriyle gördüğüm manzara sanki natur bir doğa parçası değilde bir resamin fantezilerini zorluyarak çizdiği bir resim gibi karşımda duruyordu.İyice yükseldikten sonra bir dağ köyü kenarında arabayı sağa çekip yol üzerinde durdum.Adres sormak için durduğum yolun beş metere sol tarafında köy ve sağ tarafımda halen yükselen dağlar.Arabadan iner inmez dünyanın en iyi muzik korosuyla karşılaştım,sağ tarafımda dağın yamacında yaklaşık ikiyüz koyundan oluşan bir sürü öylesine bakakaldım.çoban kendisinden çok eşeğini ve köpeğini süslemiş kendiside topuksuz dizlerine kadar çıkan kalın ve sert deriden bir çarık,dizlerinden göbeğine kadar şalvar gibi geniş pantlon,üste yakasız mavimsi gömlek ,onun üstüne biri kısa ve biri uzun iki ceket,başında deri şapka (fotara),belinde kemeri,kılıf içinde hançeri ve elinde kısa ve eğri sopası vardı.Hemen hemen bütün koyunlarda zangıl vardı ve iki keçi yavrusu durmadan hoplayıp zıplıyorlardı.Çoban karşısına geçtiği koyun ile sevgiyle gülerek durmadan konuşuyordu ve koyunun buna alışkın olduğu her halinden beli oluyordu öylesine çobanın ağzına bakıyordu.otlanırken öyle güzel ses çıkarıyorlardi ki gözlerimi kapatım ve dinledim, bu ses beni mest ederken alıp beni uzaklara götürdü.
Babam kırk elli metre uzunluğunda bir gom yapmış koyun kuzularla doldurmuş çoban Hasan Koyuncu’dur (Çoko) .Çoko abi babamın öz teyzesinin oğludur.
o zamanlar evlenecek yaşa gelen genç kızları sırasıyla;
Nişan,
Destrusan,
Kalıng,
Hana
Ve düğün kendilerini beklerdi.Köylünün takip ettiği gelenek ve kendisini saran adetler doğrulusunda hepsinin ayrı önemi ve kuralları vardı.
Destrusan;erkek tarafı nişan ile düğün arasında kız evinde yapar.Erkek tarafı köylüyü davet eder ve davetliler o gün kız evine gelir hazırlanan yemekler yenilir,şerbetler içilir ve eve giderken takısını takar ve helva payını alırdı.Bu şekliyle tam bir dayanışmaydı ve erkek tarafı bu takılar sayesinde kalıng ve düğünde zorlanmazdı.
Kalıng;bu asla başlık parası değıldi.istenilen para yeni evliler için harcanırdı.kalıngın kesileceği gün erkek tarafı bir iki akrabası ve önemsediği bir dost veya komşusunu alır kız evine gider kız tarafıda aynısını yapar sonuçta hepsi beraber bir yekünde anlaşır ve erkek tarafı o parayı en kısa zamanda kız tarafına verir ve kız tarafıda gider o parayla eşyalar alırdı.sonraki yıllarda bu değişime uğradı ve kalıng kaldırıldı,düğünün on gün öncesinde yapılan destrusan parasıyla düğün yapılırdı.Bu da rekabette dönüştürülünce yani bir yerine yirmi takılınca fakir olanın cebini yaktı ve ağır bir yük oldu.sonra buda kaldırıldı bu son halıyle iyiki kaldırıldı diyoruz fakat ilk haliyle keşke devam etseydi diyoruz.
Ablamın nişanı ve destrusanı geride kalmış artık kalıng günü gelmişti.Male Hamagume akrabaları ile bize geldiler ve bizim taraftan hangi akrabamızın geldiğini hatırlamıyorum ama babamın mahle arkadaşı dostu xele male osmamreşke şeker adıyla Pijo gelmişti.Bu kalıng kesme işi aynen kız istemede olduğu gibi hep geceleri yapılırdı.Bir araya gelen iki taraf fazla tartışmadan anlaştılar.O zamanlar bazılarında bu kalıng kesme işi şiddetli tartışmalara sebeb olurdu.Bir kaç gün sonra paralar babama teslim edildi babamda yanına Pijo’yu alarak eşya almaya gittiler.Dedikoduların önü kesilmezdi bu konuda yok paramızı yedi yok paramızın hepsini harcamadı gibi babamda bunun önüne geçmek için Pijo amcayıda yanında götürmüştü pijo amca bir nevi hakemlik yapmıştı.
Ne oluysa bunların gitmesinden sonra olmuştu.Hasan abinin (Çoko) ar damarı kalkmış gerek birilerine aldanarak gerekse kendi kendine olsun,bu evde bir kalıng kesiliyor ve beni çağırmıyorlar diyerek tam içerlenmiş ve çoko o kadar içerleniyor ki gözü dönüyor ve kuzuları öldürmeye karar veriyor.Babamla Pijo’nun gittiği günün gecesi senmisin beni çağırmiyan diyerek ambardaki bütün arpayı kuzulara veriyor.Kuzular yedikçe şişiyor ve Sabaha kadar onaltı kuzu ölüyor diğerlerini komşular zarzor kurtardılar.o gün ve ertesi gün bütün komşular ve köylü sanki evde biri ölmüş gibi ziyarette geliyorlardı.kuzuları bırakıp ziyaretçilerle uğraşıyorduk her gelen olayı biraz daha dramatik hale getirip le le le din imani wi ke tunabu lele le Rasime ne diyeceksiniz diyor biz çocukların korkmasına sebeb oluyorlardı.Biz kendi başımıza kaldığımızda annem bizimle başka türlü konuşuyordu;korkmayın ben babanızı tanırım hiç birşey demeyecektir demesine rağmen babamızın yolunu endişeyle bekliyorduk.Babam ablamın düğün eşyasını aldıktan sonra eve döndü.Eve gelmesiyle içerinin dolması bir oldu bütün komşular gelmişti içerisi tıklım tıklımdı hatırladıklarım;
Hemé aşé,
Ela dursım,
Teyzem xané,
Mıla male sılhambekır,
Aşé male mıla,
Ehmedi mıstefe,
Elka fıdané,
Zexa satké,
Pijo u basé,
Zewa usé,
Aşé male dalké
Ve diğerleri hepside babama ne aldın nerden aldın gibi sorular soruyorlar oda cevap veriyordu.Annem mıle amcaya artık sen olup bitteni tatlı bir dille anlatırsın dedi mile amcada Güle o iş bende dercesine tamam dedi.Babam odadakilere eşya yarın gelecek gelir görürsünüz çok yeni çok güzel eşya aldım dedi.o zamanlar gelin eşyasını görmeye gitmek adettendi.Mila söylemek için tam ağzını açmiştı ki Ehmedi mıstefe bir nefeste hepsini anlattı ve babam bir anda anlam vermediği için tuhaflik geçirdikten sonra Ehmet benim dört gün sonra kızım evden çıkacak ben dört kuzuya mı üzülecem dedi.Çokoya mutlaka bir şey yapacağını veya mahkemeye vereceğini düşünen içerdekiler bir anda işi şakaya getirip çokoya verişmeye başladılar.
Sene 70’ların ortaları hayvancılıkta büyük değişim yaşanıyor ve koyunculuk yapan her yaylada bir kaç ve köyde de bir kaç kişiden başka kimse kalmamış diğerleri besicilik yapıyorlardı.Senenin oniki ayı koyunlarla uğraşacağına dört ay kuzu besleyip satıyorlardı.Bunu senede iki defa yapanda vardı.Bulabilirlerse köyden yoksa çevre köylerden bulamasa gidip doğudan 5-6 aylık kuzuları gettiriyorlardı.İlk bir ay otlatiyorlardı bu işi bende yapmıştım.İletişim olarak iki kelimeyi kullandığımız git anlamında kis kiis gel anlamında tımbrrrrrr dediğimiz kuzuları nakawe eskerada otlatırdık onlar otlanırken biz çocuklar ATKI oynardık bu oyunda cezalı duruma düşenin ayaklarını yalınayak olarak yere gömerdik.son üç ay kuzular içeri alınır sabah , öğlen ve akşamları yemliyor su veriyorlar kuzular yaklaşık bir yaşına gelip yaklaşık 60kg bastığında Ankara veya istanbula götürüp yerli ve yabancı komusiyoncular aracılığıyla satılırdı.Ankarada bir günde istanbulda ancak üç günde bu satış işi bitiyordu.Ben ortaokul bire diderken Ankaraya götürmek için ben, babam ve mehmedi çewreş(karagöz)kuzuları gece birde yükledik sabah sekizde veya dokuzda sattık komusiyoncu derken öğleden sonra yolla çıktık.karnımız acıktı diyen mehmedi çawreşa babam cevaben bir yerde durun yemek yiyelim dedi ve Gölbaşında durup bir lokantaya girdik.Garson geldi ne istediğimizi sordu bizimkilerde kebablardan istediler garson boş boş bakıp gitti arkasından mekan sahibi geldi hoşbeşten sonra adam çok güzel balıklar geldi şöyle iyiler böyle iyiler derken bizimkilerde haydi öyle olsun dediler.İçeri girerken benim gözüm dışardaki büfeye takılmıştı,onlar balıkları beklerken ben büfenin yanına gittim çeşitli gazeteler,aynı zamanda tomikis teksaslar vardı bunları nasıl alacağımı düşünürken babam geldi hadi gel yemeğin soğumasın bende giderken gazete almalıyım dedim.Tamam cevabını alıp içeriye girdiğimde babamla mehmet amcanın balıkla savaş halinde olduğunu gördüm.Masaya oyurdum bende ilk defa bu balığı yiyecektim.Balıkta bizim zınarereş yanındaki yeniceobalı Sadık Polatın sattığı balığın aynısı tabi ki o zamanlar görmemiştik.Tabağımdaki balığın kıçından tutum çatala gövdesine bastım kıçını kaldırırken balığın bütün kemikleri çıktı ve iskeleti elimde kalmıştı bu tamamiyla bir tesadüftü.Mehmedi çawreş babama Rasim görüyormusun okumuş adamın halı başkadır bakalım ben ve sen bu işin içinden nasıl çıkacağız derken bende kendi kendime mehmet amca fazla abartı dedim.Çıkarken lokantanın balık lokantası olduğunu gördüm ve büfeye gittim iki gazete isterken içine dergiyi koymasını istedim.Eve vardığımızda adamın bir yerine iki tane koyduğunu gördüm ve birisini sevgili Aliosaman’a verdim.
Babam sattığı kuzunun parasıyla yeni kuzular aldı.Bakıcısıda Husiné male çırto(Hüseyin Çakan) Hüseyin daha çok küçüktü benimle yaşıt ilkokulda benim sınıfımda numarasıda 28’idi hafif haylaz olan Hüseyin öğretmenden bol dayak yerken her seferinde bayılır daha doğrusu bayılma numarası yapardı.
Hüseyin bayılmasında ne yapsın karşısındaki öğretmen değil cellat ruhlu zindancı başı gibiydi.Ben yaşıtlarımdan iki sene önce kayıtsız olarak okula gittim hemde dördüncü beşinci sınıfındakilerle aynı sınıfa girerdim.sınıfın köşesinde sınıfın demirbaş eşyasıymış gibi kocaman bir sopa dururdu.öğretmen sınıfa girer girmez ilk önce bu sopayı alır çünkü kendisinden çok bu sopa konuşurdu.Ben pıso male mıstefipusonun sınıfındayken öğretmen remezani ésmé‘yi dövdü vurdu remezan yere yığıldı kalktı bir daha vurdu tekrar yere yığıldı düşünün karşısındaki ilkokula giden bir bebek devlet sanki bunlara gidin öğretip eğitin dememişde gidin sopalarınızı alın biraz kas yapın vurduğunuzu devirin demişcesine çocukları(bebekleri) dövüyorlardı.Hani duymuşsunuzdur eskiden öğretmenler çocuklar evlerinde kürtçe mi yoksa türkçe mi konuşuyorlar diye geceleri gidip kontrol ediyorlardı diyorlar ya yüzdeyüz haklılar çünkü bizim başımıza gelmişti.Sınıfı beşer altışar kişilik grublara ayırdılar ve hergün birinin evine gidip grub çalışması yapıyorlardı.Bizde o gün sevgili Şakime Çift’in evine gitmiştik annesi gereken hürmetti yaptıktan sonra kapıyı kapatıp gittikten sonra bizler gerçekten ödevlerimizi yaptık,kendi kendimize öğrenmeye çalıştık bir saatte kadar o saatten sonra oturduk oyun oynadık.Beş yuvarlak taşla DIGOŞ oynadık ve beyaz fasulyelerlen MONQAL oynadık.Oynarken doğaldır ki gülüyorduk,seviniyorduk şakalar havada uçuşuyordu.meğerse öğretmen bey bizi gözetlemiş ertesi gün güzelcene dayak yedik.Okulun önünde öğrencileri topladılar ve teker teker içeri aliyorlar kapı girişinde bir öğretmen üstelik bir bayan elinde kırbaç gibi bir kamçı saç kontrolu yapıyorlar.saçı azbuçuk uzun olanın kafasına şaaak diye vuruyor bu saçın uzun kes anlamına geliyordu.Hiç kimseyle muhatap olup saçını kes demiyor sadece kamçılıyordu ve benim saçımın kısa olduğunu düşündüğüm için çok serbest kapıdan içeri girerken kamçısını bir kaldırdı bende refleks olarak başımı geriye çektim şaaak diye yüzüme vurdu ve o anda kadınla göz göze geldik gözlerinden nefret akıyordu.Eve geldiğimde annem beni görür görmez oğlum sana ne oldu derken bende çocuk kafamla öğretmenimi korumak adına düştüm demiştim.Doğruyu söyleseydimde değişen bir şey olmazdı çünkü ben öğretmenlere neden çocuğumu dövüyorsun diyen bir veli veya anne ve baba görmemiştim. Hüseyin bayılmasında ne yapsın….
Hepinize hayırlı pazarlar dilerim…
Yazarımız
- Kuşca'da doğdu, İsviçre de yaşamakta.