
Kürdistan’ın 5. parçası: Orta Anadolu Kürtleri’nin direnişi
Orta Anadolu Kürtleri, 1950 yıllarına kadar içine kapanık kapalı bir toplum olarak yaşadı ve bu şekilde kültürünü korudu. Bundan sonraki süreçlerde devlet, MİT’ten emir alan veya onların elemanı olan imamalar Kürtlerin yaşadığı bölgeye göndererek insanları din vasıtasıyla asimile etmeye çalıştı.
Araştırmacı Yazar Şoreş Reşi, uzun yıllardır Orta Andolu Kürtleri üzerine değerli araştırmalar yapıyor. Şoreş Reşi, Orta Anadolu’da yaşayan Kürtlerin asimilasyona karşı bir direniş içinde olduğunu söylüyor. Ancak 1970’lerden sonra asimilasyonun etkin olmaya başladığına da dikkat çekiyor. Son yıllarda asimilasyona karşı örgütleme çalışmalarını kurumsallaştıran Orta Anadolu Kürtleri şimdi anadilde eğitim hakkı talebini yüsek sesle dile getiriyorlar.
Araştırmacı ve aynı zamanda Orta Anadolu Kürtlerinden olan Şoreş Reşi’ye ile Orta Anadolu Kürtlerin yaşadıkları bölgeleri, konuştukları dilleri, aşiretleri, inançları ve Kürt Özgürlük Mücadelesi ile bağlantılarını sorduk.
Orta Anadolu Kürtleri daha çok hangi kentlerde yaşar?
Kürtler, daha çok Ankara-Konya, Eskişehir-Sivas/Kayseri arasındaki bölgede yaşarlar. Elbette bunun dışındaki Anadolu coğrafyasında da Kürtler vardır ama en yoğun olan bölge Orta Anadolu’dur. Örneğin Sakarya, Çankırı, Sinop, Adana gibi yerlerde de Kürtler vardır.
Ne kadar Kürt yaşıyor bu bölgelerde?
Bölgedeki Kürtlerin nüfusunun tahminen iki milyon olduğunu düşünüyoruz. Bunların Yüzde 75 Kurmanc, %15 nin Lekî (Kurdaki) ve yüzde 10’nun da Kirmanckî konuşan olduğunu tahmin ediyoruz. Bölgede üç Kürt diyalektiği konuşulur.
Söz ettiğini Kürt diyalektlerini (lehçe) biraz daha açar mısınız? Kimler tarafından hangi diyalektler konuşulur?
Orta Anadolu’da yaşayan çeşitli Kürt diyalektleri Kurmancî, Dimilî (Kirmanckî) ve Lekî’dir (Kurdaki). En büyük kütle Kurmanclardır. Kurmancların konuştuğu ağız berfiratî (önfırat) dediğimiz ağızdır. İkinci büyük kütle de Şêxbizinlardır. Şêxbizinların esas ismi Lek veya Lerler’dir. Üçüncü büyük kütle de Kirmanckî-Dimilî (Zazaca) diyalektiği ile konuşan insalarımızdır. Bunlar da Aksaray veya Ekecik dağı çevresinde, Amed ve Mazenderan bölgesinde yaşar. Bu diyalekte ‘Hewrami, Kelhori’ diyalektiği grubuna girer.
Şêxbizinlardan söz etmişken; Kürtçe’nin en az konuşulan diyalektini konuşurlar. Bunu biraz daha açar mısınız?
Araştırma yaptığım dönemde yaşlılar Şêxbizinlar için Lek adını kullanıyordu ama bunu gençler veya yeni nesil bilmiyor. Lek adı genel olanıdır, Şêxbizin ise bir aşiret adıdır. Şêxbizin Kürtleri, fazla bilinmemekle birlikte kendi dillerini ‘Kurdaki’ olarak tanıtır ve bence en güzel isim de budur. Onun dışında bu grup genel olarak ‘Gorani’ dediğimiz lehçeye girer ki Lor diyalektiğinin bir koludur. Bu Kürtler en çok dağıtılan Kürtlerdir, hemen hemen Anadolu’nun her tarafında bulunur. ‘Lekistan’ denilen Güney Kürdistan bölgesinden dağılmışlardır. Günümüzde Gilan, Erzirom, Sinop, Sakarya, Adana, Haymana, Amed, Reqa başta olmak üzere birçok yerde yaşamaktalar.
Şêxbizin ile birlikte birkaç aşiret daha var Orta Anadolu’da. Örneğin Canbeg’lerden…
‘Hespi-Keşan’ aşireti günümüzdeki ‘Canbeg’ aşiretidir ki Cihanbeyli ilçesine ismini vermiştir. Bunlar beslediği cins atlar ile vergilerini verdikleri için Osmanlılar bu ismi vermiştir. Bunun dışında tarihçi Heredotos, Orta Anadolu ve bütün Kürtler için ‘Ari, Artea’ sözcüklerini kullanır. Persler de bu ismi kendileri için kullanır ama yunanlılar onlar için ‘Kephen’ der ki buda bizlerin ayrı olduğunu gösterir.
Keltler, Orta Anadolu Kürtleri için ‘Arivistos’; Asurlar da ‘Ariyos’ kelimesini kullanmıştır. Bu insanlar Kafkasya ve Serhat bölgesinde yaşadığı için buraya da ‘Arran’ yurdu denilmiştir. Bugün de Arran ismi Ardahan, Aras, Ararat, Aral gibi bir sürü isim ile hala vardır.
Orta Anadolu Kürtlerinin en eski tarihi belgesi Horilerden kalmadır. Horiler bölgenin en eski halklarındandır. Xorasan ve Halep arasında yaşamışlardır. Halep’in Allalah bölgesinde çıkan taşlar üzerinde Horice bölgedeki aşiretler hakkında bilgiler vardır. Bunlar arasında en ilgi çekeni ‘Çuxreşi-Çuğreşi’ ismi ile olanıdır. Bunun Türkçesi siyah elbiseliler olarak tercüme edilebilir. İlginç olan bugünde aynı isim ile bir Kürt aşiretinin var olmasıdır. Bu aşiret gunümüzde Rusya’nın Grasnadar bölgesinde yaşıyor. Êzîdî ve Kurmanc’tır. Bunlar, içine kapanık, dışarıyla pek alakası olmayan bir aşiret ve Reşi’dirler. Böylece Reşilerin tarihi 3650 yıl kadar öncesine kadar ispatlanmış olmaktadır. Bu konuda hiçbir şüphe ve ikircillik yoktur; kesin ve katidir!
Bir diğer önemli halka da Medler döneminde görülür. Medlerin tarihi M.Ö 2000 yıllarında Gilan da başlar ve M.Ö 550 kadar devam eder. Bu dönem de Xorasan bölgesinde yaşayan halka ‘Reşan’ ismi verilir. Reşanlar silahlı ve savaşçı bir halktır. Bunlar Medlerin milis gücüdür; ittifak halindeler ve Ninovanın yıkılmasında büyük rolleri vardır. Daha sonra saltanatın Perslere geçmesi ile Kûroş (555-529) dönemindeki baskılar nedeni ile tekrar Horasan’a kaçar.
Orta Anadoludaki Kürtler aşiret ve göçebe topluluklarından oluştuğu biliniyor….
Aşiretler kapalı toplumlardır. Bunlar hem dış güçlere hem de kendi içlerinde kapalıdır. Onlar için varsa yoksa aşiretidir. Bu nedenle bu aşiret sistemi uluslaşma sürecine olumsuz bir etkide bulunmuştur. Böyle olunca hem dini yönden hem de dil ve kültür yönünde içine kapanık, gelişmelere kapalı ve ulusal bilincin gelişmesine katkı sunmayan bir gelişim yaşanmıştır. Bu İslamiyetin gelmesine kadar böyle devam etmiştir denilebilinir.
İslamın gelmesiyle neler değişti?
İslamın gelmesi bir anlamıyla Kürtlerin bel kemiğini kırmasını getirmiştir. Çünkü o zaman kadar semavi dinlere (doğal dinler) sahip olan ve toplumunu bu şekilde şekillendiren Kürtler yeni bir sistem ile karşı karşıya kaldı. Bu sistem Kürtlerin fikir ve zihni değişimine sebep oldu ki en zor olanı da budur.
Kürtler binlerce yıllık kültür birikimini değiştirmek zorunda kaldı; bu yeniden, sıfırdan başlamak anlamındadır. Toplumsal olarak büyük değişikliklere gitmek zorunda kaldı. Bu müziğe, giysilere, ahlak ve toplumun bütün hücrelerine etki yaptı. Toplum ruhsal ve dini yönden değişmek zorunda kaldı. Bunu kabul etmeyenler çeşitli bölgelere dağılarak Kürtlerin dağılmasına neden oldu. Çeşitli dinler ve mezhepler ortaya çıktı. Kısaca Kürtlerin binlerce yıllık mirası yerle bir oldu, belleri kırıldı. Tabiki bunun da ulusal bilince olumsuz etkileri saymakla bitmez… Bunu bize kanıtlayan da Hewramî lehçesi ile yazılan ağıttır ve orada açıkça denilirki:
‘Hurmuz, Kutsal ateş!
Araplar geldi, her yeri talan etti,
Kızları ve kadınlarımızı esir aldı,
Kutsal ateşi söndürdü…’
Bunun sonucu ne oldu?
İslamın Kürt topraklarına gelmesi Kürtler açısında iki şekilde sonuçlandı:
* İslamiyeti kabul etmeyen Kürtler: Yarısan (Kakai, Ehli Hak), Ezidi ve Sersor (Elewi) olarak kaldı.
* İslamiyeti kabullenmek zorunda olanlar: Şia, Sunni (Şafi, Henefi) şeklinde bölündü.
Kendi inançlarını tamamen kaybetti mi?
Hayır. Kürtler pratikte eski inançlarını kısmen de olsa hala yaşatmakatadır.
Örneklendirebilir misiniz?
Kürtler hala güneş ve ateş ile yemin eder. ‘Bu ateşin ve güneşin hakkı için!’ veya ‘Daha güneş batmadan fakire bir yardım verin!’, ‘Güneşe karşı işemek günahtır!’,’Ateşe tükürülmez!’ gibi birçok deyim eski inançlarından kalmıştır. Bütün bunlar ve iki kültür arasında bocalayan Kürtler de ulusal bilincin gelişmesinde olumsuz rol oynamıştır.
Bununla ilintili olarak Kürdistan üzerinde yaşanan hakimiyet savaşlarında Kürt aşiretleri dini esaslar üzerinden sersor ve sunni olarak ikiye bölünmüş bir kısmı Safeviler bir kısmı da Osmanlılar yanında birbirine karşı savaşarak ulusal bilinci yok etmişlerdir. Bu dönemde birçok ferman yaşama geçirilmiş, Kürtler Horasan, Rusya, Orta Anadolu ve Rojava’ya sürgün edilmişlerdir. Bu da beraberinde Kürtlerin birbirinden uzaklaşmasına, yabancılaşmasına sebep olmuştur. Bu şartlarda ulusal bilincin gelişmesi, uluslaşma süreçleri tamamıyla durur veya geriye doğru işleyerek asimilasyon başlar.
Kürtlerin bunun karşısındaki duruşu nasıl olmuştur?
Bütün bu baskılara Kürtler ancak sözlü edebiyatları ile direndi. Yaşadıkları şartlar yazılı kültüre el vermezken, sözlü edebiyat derya gibi büyüdü ve bu sayede Kürt kültürü günümüze kadar gelebildi. Bu türkü, masal, güldürmece, tarihi vakalar, deyimler gibi formatlar altında kendisini korumaya aldı.
Orta Anadolu Kürtlerin asimilasyon politikasına karşı verdiği mücadeleden biraz söz eder misiniz?
Orta Anadolu Kürtleri, 1950 yıllarına kadar içine kapanık kapalı bir toplum olarak yaşadı ve bu şekilde var olan kültürünü korudu. Bundan sonraki süreçlerde devlet, MİT’ten emir alan veya onların elemanı olan imamaları Kürtlerin yaşadığı bölgeye göndererek insanları din vasıtasıyla asimile etmeye çalıştı. Buna paralel olarak okulların zorunlu hale gelmesi ile öğretmenlerin zorla, döverek, küfrederek, hakaret ederek Kürtleri asimile etmeye başlaması süreci başladı. Yine askeriyeye alınan insanlar her türlü aşağılanma ile bu asimilasyon cenderesinden geçirildi. Asker de ‘dövülerek’, okullarda ‘cahil Kürtler’ olarak, camilerde de ‘Biz kardeşiz’ yalanları ile Kürtleri asimilasyona tabi tuttu. Bütün bunların yanında Kürtçe resmen yasaklandı.
Bunun sonuçları ne oldu?
1970 yıllara gelindiğinde Kürt gençleri artık kendi dilinden, ulusundan ve Kürtlük gururundan utanmaya başladı. Bu duygular ile kendine yabancılaşma başladı ve özellikle de okullara giden gençlerimiz kendini inkara başladı. Çoğu kendisini Türk gibi görmeye ve Türk olduğunu iddia etti.
1984’te başlayan ulusal mücadele bütün Kürtlerin tekrar uyanmasına, köklerine tekrar dönmesine ve küllerinden tekrar doğmasına yol açtı. Bu mücadelenin etkisi Anadolu’da da kendisini kısa sürede göstererek gençlerin akın akın gerilla saflarına katılmasına ve yeni umutlara yol açtı. Bunun yanında Kürt medyası ve TV’ler yayına başladı, gazeteler, dergiler ard arda yayına başlayarak bir Kürt aydınlanması-rönansı yaşandı ve bu devam ediyor.
Kürdistan Teali Cemiyeti ve Orta Anadolu Kürtleri
Rohat Alakom *
İstanbul kent olarak çağımızın başında gelişen modern Kürt milliyetçiliğinin önemli bir merkezi idi. Burada kurulan Kürt dernekleri ve buraya eğitim amacıyla gelen Kürt aydınları özellikle çıkardıkları gazete ve dergiler vasıtasıyla İstanbul ve Kürdistan’daki Kürt kitlesine ulusal bilinç kazandırıyorlardı. Bu yıllarda sayıları otuz bine ulaşan Kürtler arasında Orta Anadolu’dan gelen Kürtler pek azdı. Özellikle ticaret amacıyla İstanbul’a gelen Orta Anadolu Kürtleri buradaki hareketlerden sınırlı da olsa etkilenmişlerdir. Diğer yandan değişik nedenlerle Orta Anadolu’nun bazı merkezlerine görevli giden Kürt aydınları, beraberlerinde bu yörelere ulusal bilinç taşımışlardır. Bu karşılıklı lişkilerin zamanla İstanbul Kürtleri ve Orta Anadolu Kürtleri arasında siyasi bazı ilişkilere zemin hazırladığını söyleyebiliriz.
Orta Anadolu Kürtlerinin, çağımızın başında İstanbul’da gelişen modern Kürt milliyetçiliğiyle olan ilişkisi konusunda çok az araştırma yapılmıştır. 1918 yılında İstanbul’da kurulan Kürdistan Teali Cemiyeti’nin kurucu üyeleri arasında Ankara’nın Bala kazasının eşrafından Hacı Osman Bey ve faal üyeleri arasında Kırşehir’in Mecidiye kazasından Osman Şefki Efendi’nin adına rastlamaktayız. Diğer yandan Kürt milliyetçiliğinin gelişmesine büyük katkılarda bulunan Bedirhanilerden Emin Ali Bedirhan, 1906’larda Ankara ve Konya yöresinde adliye müffetişliği yapmıştır. Daha sonra Rıdvan Paşa Olayı’na adı karıştırıldığı için Isparta’ya sürülür. Süreya, Celadet ve Kamuran Bedirhan’ın babası olan bu Kürt şahsiyeti, bilindiği gibi 1918 yılında Kürdistan Teali Cemiyeti’nin ikinci başkanlığına getirilmiştir. Emin Ali Bedirhan’ın kardeşi Hüseyin Kenan Paşa, Balkan Savaşları sırasında Kırşehir mutasarrıflığına atanır. Bedirhanilerden olan bir başka Bedirhani, Konya’da avukatlık yapmış olan Tahir Muhlis’dir. 1912 yılında Konya’da dünyaya gelen ve Türkiye’nin tanınmış tarihçilerinden birisi olan Cemal Kutay, Bedirhanilerden Tahir Muhlis’in oğludur.
Nuri Dersimi’nin Konya ziyareti
Kürdistan Teali Cemiyeti’nin Orta Anadolu Kürtleriyle yukarıda belirtilenlerden daha geniş ilişkiler ağı geliştirdiğini tahmin edebiliriz. Ateşli bir Kürt milliyetçisi olan Nuri Dersimi, bir ara Konya’ya uğradığında buraya sürgün edilen bazı Kürt şahsiyetleriyle görüşür: “Konya’ya yetiştiğimizde, burada sürgün bulunan Dersim Çarsancak beylerinden Yummi ve kardeşi Paşa, İzol aşireti reislerinden Harputlu Haci Kaya ile temasa girdim. Bağdad otelinde kendilerini vali Cemal ile görüştürdüm ve memleketlerine dönmeleri için Ankara’da teşebbüste bulunacağım.’’
1919 yılında Milli Mücadele döneminde Konya’nın Bozkır ilçesinde baş gösteren muhalif bir ayaklanmaya öncülük edenler arasında, örneğin Kürtoğlu Musa’nın adına rastlamaktayız.
Bu yıllarda İstanbul’da etkin olan Kürt medyası bu göçmenlerin acıklı durumuna dikkatleri çekebilmek için değişik yazılar yayımlar. 1918-1919 yıllarında İstanbul’da çıkan Jîn dergisinin 11. sayısında Abdurrahim Rahmi’nin yazdığı Bir Öksüzün İniltisi adlı şiirin bir mısrası Kürtlerin bu çilesini sarsıcı bir biçimde şöyle dile getirir: “…Göçmenim ben işte düştüm kapılara.” Yine Jîn dergisinin 11. sayısında Anadolu’nun değişik yörelerine sürgün edilen Kürtlerin sayısı verilmektedir. Derginin 15.sayı–sında Adana’dan gönderilen bir okuyucu mektubuna yer verilmiştir.
Durumlarının çok kötü olduğunu belirten bu okuycucu, diğer yandan Konya yöresinde sürgün edilen bir tanıdığından aldığı mektuba dayanarak, oradaki Kürtlerin durumuna dikkat çekmek ister.
Kürtlere İstanbul yasağı
Eski İstanbul Kürtleri üzerine çalıştığım sırada ilgimi çeken en önemli konulardan birisi, Orta Anadolu’dan İstanbul’a koyun sürüleri getiren Kürtler konusuydu. Ticaret amacıyla İstanbul’a gelen bu Kürtlerin yol boyunca, bir dizi zorluk ve tehlike ile boğuşmak zorunda kaldıkları görülmüştür. Bu konuda kaynaklarda değişik bilgiler yer almaktadır. Yeniçeri Ocağı’nın 1826 yılında kaldırılmasından sonra kabul edilen Ihtisab Nizamnamesi’nin 51. maddesinde bu konuda önemli bir noktaya işaret edilmektedir: “…Mevsimlerinde zaman zaman İstanbul’a kasablık hayvan sürüleri getiren Cihanbeyli ve Alişanlı aşireti Kürdlerinden gayri bekâr uşağı Kürd tâifesi hiç bir sebeble İstanbul’a giremez”.
Sözü edilen bu aşiretler özellikle Orta Anadolu’da yaşamaktadırlar. Bu tür bilgiler, yöre halkının ekonomik yaşamı konusunda bize önemli ipuçları sunmaktadır. Ihtisab Nizamnamesi’nin bu maddesindeki açıklamalar birkaç açıdan büyük bir önem arz etmektedirler. Birincisi, İstanbul’a yönelik Kürt göçünün bir cephesi böylece aydınlanmış olmakta ve bu göçün ne kadar gerilere gittiği, hangi Kürt aşiretinden insanların ne amaçla İstanbul’u ziyaret ettikleri konusunda bilgi sahibi olmaktayız. Nizamnamenin 47. maddesinde göre Kürdistan’dan gelen bekârların İstanbul’a girişi sıkı denetim altına alınır: “Arnavud ve Kürdün ayak takımının İstanbul’da yerleşip çoğalması hiç bir vakit caiz değildir. Halen mevcud olanlara ilişilmiyecek, yeniden gelenler önlenecektir”.
Böylece hem Konya ve çevresinden, hem de Kürdistan’ın değişik yörelerinden İstanbul’a ticari amaçla her yıl 1,5 milyonu civarında küçük baş hayvan satılıyordu. Araştırmacı Yücel Özkaya’ya göre 18. yüzyılda Konya ve Karaman gibi yöreler dışında, Diyarbakır, Maraş ve Erzurum gibi yörelerden birçok küçük baş hayvan satış amacıyla İstanbul’a gönderiliyordu.
Koyun tüccarlarına suikast
Daha 17. yüzyılda Kürtlerin İstanbul’a koyun götürdüklerine dair değişik kaynaklarda bazı ipuçlarına rastlamaktayız. Eremya Çelebi Kömürcüyan’ın İstanbul Tarihi-XVII. Asırda İstanbul adlı kitabının bir yerinde ilginç bir not bulunmaktadır. Araştırmacı İstanbul’da gördüklerini teker teker anlattığı bir sırada: “Rumeli’den ve Kürd bölgelerinden getirilen koyunlar ile mezbahalarını göremedik” demektedir. Böyle bir ifadeyi kullanan araştırmacı her ne kadar aktüel zamanda İstanbul’a getirilen koyunları görmemişse de, bu ifadelerden en azından Kürtlerin buraya başka zamanlarda koyun getirdiğinden haberdar olduğunu çıkartmaktayız.
Konya ve çevresindeki Kürtlerin İstanbul’un et gereksinimi karşılamak için buraya sürüler halinde hayvan götürdüklerini dile getiren sözlü anlatımlar da bulunmaktadır. Bu anlatımlardan bir tanesine göre, yörede Heciyê Mala Mihê Reşê diye bilinen bir kişi, hayvan sürüleriyle birlikte İstanbul’a varmadan önce Düzce yöresinde vurularak öldürülmüştür. Yolu muhtemelen eşkiyalar tarafından kesilen Heciyê Mala Mihê Reşê ile birlikte çobanı da öldürülür. Başka bir sözlü anlatımda Musa Elê’nin 1936-1937’de İstanbul’a sürüler götürdüğü bir sırada, Afyon yöresinde öldüğü ve oraya gömüldüğü anlatır. Böylece Konya ve yöresinden İstanbul’a yapılan et ticareti konusundaki yazılı ve sözlü anlatımların birbirini doğruladıkları ve destekledikleri görülmektedir.
*Kaynak: Orta Anadolu Kürtleri / Rohat Alakom
/Dîlan BİÇER – Yeni Özgür Politika
Yazarımız
